Çay yudumlayarak enkaz görüntüsü izlemek, kitlesel depresyon

Siz de çevrenizdekilerden, artık hayatın anlamının kalmadığına, hiçbir şey yapmak istediklerine, her şeyin çok geçici olduğunun farkına vardıklarına dair bazı söylemler duyuyorsunuz mutlaka.

Her şeyin geçici olduğunu fark etmek kötü olmamakla birlikte, milletçe zaten sınırında yaşadığımız depresyonun kapısından içeriye adımımızı attık depremden sonra.

Deprem bölgesinde olanlar ve deprem bölgesini görenlerle karşılaştırdığımda, ekran başında sürekli deprem görüntülerini izleyenlerin, bölgeye gidip gerçekle yüzleşenlerden daha duygusal tepkiler verdiklerini gözlemliyorum.

Deprem gerçeği bölgeye gidenin yüzüne tokat gibi çarptığı için olsa gerek, ekran başında izleyene göre daha erken bir zamanda, “Şimdi ne yapmalı?” sorusunu soruyor ve bir sonraki gerçekçi ve akılcı adıma daha çabuk odaklanıyor.

Bölgeye gitmeden önce ben de TV’ler ve haber grupları üzerinden olaydan haberdar oluyordum. Gazeteci olmama rağmen, farklı illerden parça parça gelen çok sayıda video ve fotoğrafı birleştirmem mümkün olmuyordu. Bu da gerçeği anlamamı engelliyordu.

Bir yanda bağıran insan görüntüleri, diğer yanda enkazlar, bölgeye ulaşmaya çalışanlar ve en önemlisi de rakamlar. Bütün bunlar, oradaki gerçeğin üzerine kurulan hikâyenin yansımaları, o hikayeleri kendi hikayelerimiz ya da travmalarımızla birleştirdiğimizde de gerçekten iki adım daha fazla uzaklaşabiliyoruz.  

Bu denli bilgi yığını içinde anlamlı bir bütün oluşturamayınca da ‘korku’, ‘endişe’, ‘kaygı’ duygusunun içine hapsoluyoruz.

Peki, dünden itibaren normale dönmeye başlayan ekranlar bize ne yapıyor da, bu duyguların içinden çıkamıyoruz.

Köşe yazısında iletişim bilimi dersi verecek halim yok. O nedenle iyiden iyiye basitleştirerek anlatacağım, bu görüntülerin bize ne yaptığını.

Buna dair çok sayıda araştırma var. En bilinenleri de, George Gerbner adlı iletişim bilimci ağabeyimizin, ekrandaki şiddet öğelerine dair yaptığı araştırması sonucunda ortaya attığı, ‘Vasat Dünya Sendromu’ görüşü. Bu, bazı kaynaklarda karşınıza, ‘Kötü Dünya Sendromu’ olarak da çıkabilir.

Gerbner ağabeyimiz özetle, bu görüntülerin bireylerde, dış dünyanın vasat ve kötü olduğu görüşünü pekiştirdiğini söylüyor. Örneğin, İstanbul ile ilgili sürekli asayiş haberi izleyen birinin, İstanbul’dan korkması hali gibi.

Halbuki İstanbul, tehlikeli sokaklarına rağmen dünyanın en güzel şehirlerinden biri.

Dünya da öyle; her an iyi ile kötü, güzel ile çirkin yan yana.

Deprem bölgesi de aslında farklı değil. Enkaz dışında dayanışmanın güzelliği var orada da.

Ama hiçbir şey, yaşanan durumun ‘asrın felaketi’ olduğu gerçeğini örtmüyor.

Nasıl ki, ‘deprem’ gerçeği ile yaşamamız gerekiyorsa, ‘asrın felaketi’ gerçeğinin varlığına da bir an önce alışmamız gerekiyor.

Alışmalıyız ki, asıl işin bundan sonra başladığını, bundan sonra milletçe çok işimiz olduğunu bilip ona göre bir saat daha erken uyanalım, daha çok çalışalım. En azından bunun böyle olması gerektiğini bilelim.

Bu tür görüntülere sık maruz kalmanın bir diğer etkisi de, olayları sıradanlaştırması. Her gün verilen rakamlar ve izlediğimiz enkaz videoları ölümü ve olayın etkisini gözümüzde sıradanlaştırıyor, normal hale getiriyor. Halbuki normal olan, sabah kalkıp yüzünüzü yıkamak, huzurla kahvaltınızı etmek, sonra ne yapacaksanız onu yapmak, akşam dinlenip yatağa girmek; arzu ettiğimiz normal bu...

Bir bölgede savaş takip eden gazeteci arkadaşım anlatmıştı. Çalıştığı kurum 15 gün sonra ekibi değiştireceğini ve kendisini bölgeden alacağını söylemiş.

Gazeteci arkadaşım, ilk başta tepkiyle karşıladığını söylediği o kararla ilgili düşüncelerini şöyle aktardı: “Önce buna itiraz etmiştim ama sonra doğru bir karar olduğunu anladım. Çünkü o ortamın içindeyken bazı şeyler bir süre sonra önemini yitiriyor. Mesela bir keresinde anons verirken arkada bomba patlaması sesine tepki vermediğimi fark ettim, sonradan kendimi izlerken. Halbuki yeni gelen gazeteci için her olay haber değeri taşıyor.”

Ekran başındaki izleyici için de geçerli bu durum. Bir süre sonra enkaz görüntüsü o kadar bilindik geliyor ki, daha kötüsünü gördüğünde ancak şaşkına uğruyor. Halbuki bir önceki de orada yaşayan için yeterince kötü idi.

Sonuç olarak, özür dileyerek söylüyorum ama sıcacık odalarda çay yudumlayarak enkaz görüntüsü izleyip ah vah etmek kendinizi kandırmaktan başka bir işe yaramıyor.

En önemlisi de, bu görüntülerden çocuklar daha çok etkileniyor.

‘Buda’nın Utancı’ adında Afganistan’da çekilen bir film vardı. O filmde bir sahnede çocuklar bir kız çocuğunu recm edeceklerdi. Masumiyet timsali çocuk recmi nereden bilecek, tabi ki büyüklerinden gördüklerinden öğreniyor.

Yine, bir hocam anlatmıştı. Suriye savaşında çocuklar oyun oynarken, havan topuna benzer bir oyuncak yapmışlar soba borularından.

Şimdi olayın vahametini göstermek adına çokça yayınladığımız bu görüntüler, geleceğin şiddeti sıradan gören çocuklarını yetiştiriyor maalesef.

Şahsım adına ekranların normale dönmesinden, yukarıdaki nedenlerden dolayı mutluluk duyuyorum.

Ama bu demek değil ki, oradaki acı sona ermedi.

Ancak acıya boğulmanın, daha ötesi nekrofilinin (ölüseviciliği) bir faydası yok kimseye.

Şimdi daha ciddi sorunlarımız var. İç göç çok yoğun. Yeni kurulması gereken hayatlar anlamına geliyor bu.

Şimdi ahı vahı bırakıp o yeni sorunlara odaklanma zamanı.

Ve elbette bundan sonraki depremlere de bir yandan hazırlanma, daha güçlü, daha dik durma zamanı.

Mevlânâ’nın da dillendirdiği gibi;

Dünle beraber gitti cancağızım,
Ne kadar söz varsa düne ait…
Şimdi yeni şeyler söylemek lazım…”

Ve başarının; düştüğün yerden yeniden kalkarak yürümekten geçtiğini de bilmek lazım.

Yazarın Diğer Yazıları