Akın Bayrak

Üniversite - sanayi işbirliğinin düşündürdükleri

Akın Bayrak

Yukarıdaki başlığı, “Üniversite-İş Hayatı”, “Üniversite-Çevre”, “Üniversite - Yaşam” ya da  “Üniversite-Toplum” işbirliği şeklinde ifade etmenin daha doğru olacağını düşünüyorum. Başlıktaki ifade, konunun cesametini ve önemini yeterince ortaya koyamamakta, daha geniş ve kapsamlı bir işbirliğinin gerekliliğini ifade edememektedir.

Günümüzde; üniversitelerde fen, sağlık, sosyal, eğitim ve temel bilimler ile sanat ve spor gibi değişik dallarda eğitim verilmekte, çeşitli araştırmalar yapılmakta iken, toplum hayatında da sanayi, hizmetler, sağlık, eğitim, sanat ve spor gibi sektörler/kesimler, üretim faaliyetini sürdürmektedir. Dolayısıyla işbirliği tanımının “Üniversite-Sanayi İşbirliği” şeklinde dar çerçevede değil, daha geniş kapsamlı düşünülmesi/ele alınması gerekir. Ancak, uzun yıllardan beri “Sanayi” ifadesi kullanıldığından, biz de bu şekilde kullanmaya devam edeceğiz.

Bu gün üniversiteler; klasik işlevleri olan öğrenci yetiştirmek, nitelikli insan gücü yetişmesine katkıda bulunmak, bir takım araştırmalar yapmak, yeni tezler/teoriler geliştirmek yanında; doğal olarak iş dünyasıyla, yakın ve uzak çevreleriyle de yoğun bir ilişki içinde olmaya mecburdur. Bu mecburiyet ise, sağlam bir iş birliği sürecinin ve geliştirilmiş uygun bir modelin kullanımını gerektirir.

Böyle bir işbirliği sağlandığında, bir yandan üniversitelerin her yönüyle etkinliği artacak, öte yandan da iş dünyasının elde edeceği yeni bilgiler ve birlikte uygulanan projelerle; verimlilik, kalite, inovatif/yenilikçi ürün ve sistemler geliştirilecektir. Bu ise her iki kesimde katma değerin artması sonucunu doğuracaktır. Karşılıklı etkileşim, yararlanma ve geliştirme yoluyla (sinerji ile) çok önemli sonuçların/kazanımların elde edileceği açıktır. İyi kurgulanmış (modellenmiş) ve inançla sürdürülen bu işbirliğinin yaratacağı sinerji, ülke kalkınmasına büyük katkılar sağlayacaktır.

Bilindiği gibi, “Toplumsal Refah” toplam milli gelirin ve kişi başına milli gelirin artırılması ile doğru orantılı bir kavramdır. Bunun için her ülke, daha fazla yatırım yaparak, verimli bir biçimde, yeni ve kaliteli ürünler üretmek ve bu ürünleri ihraç ederek olabildiğince fazla döviz kazanmayı hedefler. Böylece uluslararası rekabette göreceli ve mutlak üstünlük sağlanır.

Daha fazla üretmek, daha fazla büyümek anlamına gelir. Büyüme, istihdamı artırır. Büyüyen milli gelir, adil bir dağılım varsayımıyla o toplumu oluşturan fertlerin gelirlerini artırır. Böylece toplumun refahı artmış olur.

Hızlı büyümek, daha fazla yatırım yapmayı gerektirir. Daha fazla yatırım ise, daha fazla kaynakla yapılabilir. Bizim gibi gelişmekte olan ülkelerde öz kaynak yetersiz (tasarruf meyli düşük) olduğundan, yatırımların finansmanında yabancı kaynak kullanımı, önemli bir ağırlığa sahiptir.

Bir ülkenin cari açığı, toplam döviz girdileri ile döviz çıktıları arasındaki eksi farktır, fark artı olursa cari fazla olarak ifade edilir. Gelişmekte olan ülke ekonomileri,  bilgiyi (teknolojiyi) sürekli bir biçimde ve pahalı olarak gelişmiş ülkelerden satın aldıklarından ve satın aldıkları bu bilgiyi (teknolojiyi) yeterince iyi kullanamayıp, kaynak israfına da sebebiyet verdiklerinden, sürekli dış ticaret açığı ve nihayet cari açık verirler. (Örneğin: 2020 yılı sonu itibariyle ülkemizin dış ticaret açığı/dengesi 49,9 milyar dolar, cari açığı ise 36,7 milyar dolar idi. ) Oluşan bu açığın sürekli olarak yabancı kaynakla yani dış borçla finanse edilmesi, ülkemizin ve benzeri ülkelerin dış borç stoklarını yükseltir. (Nitekim ülkemizin dış borç stoku, 2020 yılsonu itibarıyla, 194 milyar doları kamunun,  256 Milyar doları ise özel sektörün olmak üzere toplam 450 milyar dolar kadardır. Bu meblağ, Gayri Safi Yurt İçi Hasıla’nın %63 ne tekabül etmektedir. Ve bu dış borç stoku, yıllar itibariyle sürekli biçimde artmaktadır.)

Artan borç stoklarının finansmanı, ekonomik konjonktüre bağlı olarak, giderek daha güç ve pahalı olur. Ekonomik büyüme yavaşlar ve kişi başına milli gelir artışı durur, hatta düşer. Şimdilerde bu durumu kimi ekonomistler “Orta Gelir Tuzağı” olarak tarif ediyorlar ama bana göre bu tanım doğru değildir. Tuzak, birini güç duruma düşürmek için kurulan düzene denir. Burada ise yanlış ve hatalı stratejik kararlarla, bilinen bir “fasit daire/kısır döngü ”ye girmek söz konusudur. Sorun bu  “kısır döngü” den nasıl çıkılacağı sorunudur.

Bu konuda söylenecek çok şey olmakla birlikte, bizim asıl konumuz bu sorunun çözümünü tartışmak olmadığından, sadece konumuz olan “Üniversite - Sanayi İşbirliği ”ne ilişkin yönü ile ilgileneceğiz, bu yoldan ilerleyeceğiz.

Gelişmiş ülkeler ile gelişmekte olan ülkeler arasındaki temel fark “Bilgi Üretmek” ve “Bilgiyi İyi/Etkin Kullanmak” sorunudur.

Bilindiği gibi; özellikle 15’inci yüzyıldan itibaren Batı, düşünce yapısında önemli değişiklikler yapmış, bu yoldan giderek önemli keşifler ve buluşlara imza atmış,  bunların devamı olarak da 18’inci yüzyılın ikinci yarısından itibaren, İngiltere’den başlayarak “Sanayi Devrimi”ni gerçekleştirmiştir. Buharlı makinelerin kullanılmaya başlamasıyla, seri üretime geçilmiş, daha çok ve daha ucuz üretim sayesinde süratli bir biçimde büyüme ve sermaye birikimi sağlanmıştır. Bu durum batılı toplumların sosyo-ekonomik hayatında önemli gelişmelere yol açmış, üretim ilişkileri ve uluslararası ilişkilerinde de ciddi menfaatler/üstünlükler doğurmuştur. Giderek bu ülkeler, Ar-Ge harcamalarına daha fazla kaynak ayırmak suretiyle, yeni ürün ve sistemler bulmakta/geliştirmekte ve diğer ülkelere yüksek katma değerlerle pazarlamaktadırlar.

Biz ve bizim gibi ülkelerde bu gelişme süreci yaşanmadığından yeterince bilgi üretemiyoruz. Bilgiyi; teknoloji şeklinde (Makine, teçhizat, teknik malzeme, kimyasal hammadde, ilaç vs. gibi) veya sistem ve danışmanlık olarak satın alıyoruz. Ve tabii çok da pahalıya satın alıyoruz. Esasen bu çok doğal bir durumdur. Bilgiyi biz üretiyor olsa idik, biz de patent ve know-how bedelleri, ar-ge vs. giderler dolayısı ile yüksek katma değerlerle pahalıya satacak, döviz girdilerimizi göreceli olarak artıracaktık.

Bizim ürettiğimiz ürünler genellikle Batı’nın ürettiği makine, teçhizat, ara malı kullanılarak üretilen ürünler olduğundan, bunların ihracatından elde edilebilen katma değer de düşük oluyor. Bu ise hızlı kaynak yaratma imkânını ortadan kaldırıyor. Dışarıdan ithal edilen pahalı yatırım ve üretim malları ile katma değeri düşük mallar üretiyor ve ihraç ediyoruz. Böylece ihracat ile ithalat arasındaki fark olan “Dış Ticaret Açığı” büyük oluyor, sürekli olarak “Cari Açık” oluşuyor. Bu açığın finansmanı için, zorunlu olarak yabancı kaynaklara müracaat edildiğinden, yukarıda bahsettiğimiz borç stoku artışı, büyümede yavaşlama, kişi başına milli gelir artışında duraklama, toplumsal refahın yeterince artırılamaması gibi olumsuz sonuçlar doğuyor. Böylece, gelişmiş ülkeler (muasır medeniyetler) düzeyine ulaşma hedefimiz sürekli olarak gecikmiş oluyor.

Görüldüğü gibi; sorunun köklü bir çözüme kavuşturulabilmesi için, katma değeri yüksek ürünler üreten ve ihraç eden bir ülke haline gelmemiz gerekiyor. Bu durum, bizim gibi enerji hammaddeleri (petrol ve doğalgaz vs.) ithal etmek durumunda olan diğer ülkeler açısından daha da büyük bir önem arz etmektedir.

Katma değeri yüksek ürünler üretebilmek için, “bilgi üretecek bir eğitim düzeyi” ne ulaşmak gerekir. Böyle bir eğitim düzeyine ulaşmak, tüm eğitim sistemimizle ilgili bir sorun olmakla birlikte, burada temel eğitime ilişkin konulara girmeyecek, sadece üniversite ve onun iş hayatı ile ilişkisi ve işbirliği üstünde duracağız. Her ne kadar, üniversiteleri besleyen ve kalitelerini etkileyen birincil kaynak temel eğitim ise de, o konuyu burada detaylı biçimde irdeleme olanağımız olmadığı da açıktır.

Günümüzde üniversiteler, en önemli eğitim öğretim kurumları olarak öğrencilerini iyi bir biçimde yetiştirmek yanında, bilimsel araştırmaların yapıldığı, teknolojilerin geliştirildiği merkezler haline gelmişlerdir. Bu haliyle üniversiteleri, hayatın içinde hayata/topluma ait önemli ürünlerin üretildiği yerler olarak tanımlarsak, doğru bir tarif yapmış oluruz.

Üniversitelerin tarihi, antik çağda Platon’un kurduğu Akademiasa kadar geriye götürülüyor olmakla birlikte, XI. yüzyılda kurulan Bologna Üniversitesi, batıda Ortaçağ’ın ilk üniversitesi olarak kabul ediliyor. İslam coğrafyasında ise yine XI. yüzyılda Selçuklu veziri Nizâmülmülk tarafından kurulan Nizamiye Medreseleri’nin o günün şartlarına göre, üniversite fikrine uygun kurumlar olduğu belirtiliyor.

Avrupa’da XV. yüzyıla kadar belirli bir gelişim gösteren üniversiteler, 1500-1900 yılları arasında hem kurumsal yapı hem toplumla ilişkileri açısından önemli değişimler yaşamışlardır. Galilei (1564-1642), Newton (1643-1727), Copernicus (1473-1543), Decartes (1596-1653) gibi birçok bilim insanı dönemlerinde en önemli eserlerini üniversitelerden bağımsız vermişler, üniversiteleri önemsememişlerdir. Ancak o dönemin bilim insanlarının, üniversitelerde görevli olsun ya da olmasın kendi aralarında sürekli etkileşim içinde oldukları, çalışmalarını ve teorilerini bu şekilde ürettikleri de biliniyor.

1789 Fransız Devrimi’nden itibaren modern üniversite arayışlarına girilmiş, öğretimin yanı sıra araştırmayı da temel işlevi haline getirecek modern üniversite fikri şekillenmeye başlamıştır. 1800’lü yılların başından itibaren Almanların kendi yönetim ve eğitim sistemlerini sorguladıkları, eğitim reformuna giriştikleri böylece modern üniversitenin doğuşuna öncülük ettikleri anlaşılmaktadır.

XVIII. yüzyıl Avrupa’sında şekillenmeye başlayan bilim devrimi ve onun devamında yaşanan sanayi inkılabı; Batı dünyasının ekonomik, askeri ve siyasi alanlarda Osmanlı İmparatorluğu’na karşı üstünlük sağlayarak, tehdit oluşturması sonucunu doğurmuştur. Bu durum karşısında Osmanlılar, geleneksel eğitim kurumları yerine, başta askeri ve teknik alanlar olmak üzere, alternatif yeni eğitim yolları arayışına girmiştir.

Padişah III. Selim (1761-1808) ile başlayan,  II. Mahmut (1785-1839) ve sonrasında devam eden yenileşme arayışları ile klasik medrese eğitimi yanında toplumun ihtiyaçlarını karşılayacak yeni eğitim kurumları kurulmuştur. İstanbul’da kurulan Mekteb-i Tıbbiye (1827) ve Mekteb-i Harbiye (1834)’yi, ziraat, mülkiye, hukuk ve ticaret mektepleri izlemiştir.

Osmanlı’da ilk üniversitenin bazı denemeler sonucunda, 1900 yılında Dârülfünûn-ı Şahane adıyla kurulduğu biliniyor. İlahiyat, edebiyat, matematik ve tabiat bilgisi gibi bölümlerin yanında daha önce kurulmuş olan Tıbbiye ve Hukuk Mektepleri de bu üniversiteye bağlanıyor. Yükseköğretimde yaşanan bu gecikmeyle birlikte, XIX. yüzyılda Osmanlı coğrafyasında medrese eğitimi yanında daha modern orta eğitim kurumları da kurma girişimleri olmuştur. Ancak bu arada yurdun her tarafında yabancı devletlerin çok sayıda okullar kurarak, eğitim sisteminde ciddi bir karmaşa yaşanmasına ve halklar arasında ayrışmanın hızlandırılmasına sebebiyet verdiklerini de belirtmek gerekir.

Cumhuriyetin ilanından hemen sonra, toplumun ve ekonomik hayatın ihtiyaçları dikkate alınarak, temel eğitimde ve yükseköğretimde çağdaşlaşma adımları süratle atılmıştır. Tevhîd-i Tedrisat Kanunu (1924) kabul edilerek, temel eğitimde günün şartlarına göre acil tedbirler alınmış, düzenlemeler yapılmış, eğitimde birlik ve bütünlüğün sağlanmasına çalışılmıştır. Bu arada yeni yükseköğretim kurumları olarak, Ankara’da Hukuk Mektebi (1924), Gazi Eğitim Enstitüsü (1926) ve Ziraat Enstitüsü (1930) gibi okullar kurulmuş, böylece yeni üniversite yapılanmasına da altyapı hazırlanmıştır. Nitekim, Ankara Üniversitesi bu okullar ve daha sonra kurulan “Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi (1935)” ve İstanbul’dan taşınan “Siyasal Bilgiler Okulu (1937)” ile 1946 yılında kurulmuş oldu.

Cumhuriyetin 10. yılında yapılan üniversite reformu ile İstanbul Darülfünunu kapatılarak yerine İstanbul Üniversitesi açılmıştır. Dolayısıyla, 1933 yılı çağdaş üniversitenin gerçek başlangıcı olarak kabul edilmektedir.

O yıllarda yaşanan önemli bir gelişmenin, ülkemizde üniversitelerin hızlı bir şekilde yapılanmasında önemli katkısı olduğunu da belirtmeliyiz. 1933’ten itibaren Nazi Almanya’sındaki baskı ve şiddetten kaçan çok sayıda Alman bilim insanı Türkiye’ye kabul edilerek, bu değerli bilim insanlarından yararlanma olanağı sağlanmıştır. Sadece İstanbul Üniversitesi’nin kuruluşunda 42 Alman bilim insanın görev aldığı bilinmektedir. 1933 yılı sonunda ise 237 olan toplam öğretim elemanının 85’i (yüzde 36’sı) yabancılardan oluşmaktadır. Daha sonra İstanbul ve Ankara’ya gelen 100 kadar Alman ve Avusturyalı önemli bilim insanının ülkemizde üniversite eğitiminin kalitesinde ciddi katkıları olmuştur.

Ülkemizde üniversite sayısı yıllar itibarıyla belirli bir şekilde artmıştır. Bizlerin üniversitede okuduğu 1960’lı yıllarda İstanbul’da 4, Ankara’da 2, İzmir ve Erzurum’da birer olmak üzere toplam 8 üniversite vardı ve İstanbul Üniversitesi’ndeki öğretim üyelerinin önemli bir kısmı, yukarıda bahsettiğimiz Alman bilim insanları tarafından yetiştirilmişti.  

1980 yılına kadar Türkiye’de toplam 12 üniversite kurulabilmiş iken, daha sonraki yıllarda ülkemizdeki üniversite sayısı hızlı bir biçimde arttı. Özellikle 1980 sonrasında Yüksek Öğretim Kurumunun (YÖK)   kurulmasıyla üniversitelerin özerklik ve yönetim biçiminde önemli değişiklikler yapıldı, üniversitelerin yurt sathına yayılması öngörüldü. Sonuçta 2019-2020 öğretim yılında üniversite sayısının 203’e çıktığını, bunların 130’unun devlet, 73’ünün vakıf üniversitesi olduğunu, bu üniversitelerde 7,9 Milyon öğrencinin eğitim aldığını, 175 bin akademisyenin görev yaptığını görüyoruz. 

Bu gün her ilimizde en az bir üniversite mevcut. Üniversiteler böylesine yurdun her iline yayılmış iken, doğal olarak üniversitelerden bulunduğu ilin sosyo-ekonomik kalkınmasına katkıda bulunması ve yakın çevresiyle sıkı ilişki ve işbirliği içinde olması da beklenmektedir.

Konunun üniversite tarafında gelişmelerin seyri özet olarak bu şekilde iken; ülkemiz açısından sanayileşmede, iş hayatı ve toplum hayatında nasıl bir gelişme yaşandı, kısaca buna da göz atıp, asıl konumuza geçelim.

Osmanlı, Batı’nın XV. Yüzyıldan itibaren yaşamaya başladığı Aydınlanma Çağını önemli ölçüde kaçırmış ve XVIII. Yüzyılda başlayan “sanayi devrimi”nin paydaşı ülkelerden biri de olamamıştır. Dolayısıyla eğitim de olduğu gibi sanayileşmede de ciddi bir gecikme yaşandığını söyleyebiliriz. Bu gecikme, buharlı makinelerle seri ve ucuz üretim yapan batının, Osmanlı’yı önemli bir pazar olarak kullanması ve tekstil ürünlerinden başlayarak Osmanlı pazarından yararlanması sonucunu doğurmuştur. Öte yandan Batı, bu üretim ve ihracat süreci sonucunda oluşan/biriken kaynaklarını, Osmanlı’ya kredi olarak kullandırarak, kendisine ayrıca bir ekonomik ve siyasi avantaj/baskı yolu açmıştır.

Nitekim Kırım Savaşı (1853-1856) ve sonrasında 1874 yılına kadar, devletin finansal kaynak ihtiyacını karşılamak için, 15 ayrı dış borçlanma yapılmıştır. Ancak Batıdan alınan bu borçlar, vadesinde geri ödenemediğinden, giderek ciddi bir sorun oluşturmuş, 1881 yılında alacaklıların baskısı ile dış borçların denetim ve yönetimi için Düyun-u Umumiye kurulmuştur. Devletin vergi tahsilatı ve borç ödemelerini yöneten bu kurum, 1881’den 1923 yılına kadar görev yaparak, imparatorluğun ekonomik ve mali yaşamı üzerinde etkili bir rol oynamıştır. Düyun-u Umumiye ve 500 yıldır batılı ülkelere sağlanan ticareti avantajlar (kapitülasyonlar) da 1923 yılında Lozan Antlaşması ile yürürlükten kaldırılmıştır. (Türkiye, Osmanlı borçlarının geri ödenmesini, ilk borcun alındığı 1854 yılından tam yüz yıl sonra, 1954 yılında tamamladı.)

Osmanlı İmparatorluğu’nun,  yeterince mal ve hizmet üretemeyerek, kaynak yaratamamasının ve böyle bir borç sarmalına girmesinin kökeninde; çağdaş eğitim/çağdaş üniversite kurma konusunda ve sanayileşme hamlesinde batının çok gerisinde kalmasının temel etken olduğunu kabul etmek gerekir.

Milli Mücadele’nin zaferle sonuçlanmasından sadece 5 ay sonra,  Cumhuriyetin ilanından ise sekiz ay önce, 17 Şubat/4 Mart 1923’de İzmir İktisat Kongresi düzenlendi. Bu kongre ile Türkiye’nin ekonomik envanterinin belirlenmesi, büyüme modelinin oluşturulması amaçlanmıştır. Osmanlı İmparatorluğu’ndan devralınan harap olmuş ekonomik yapı değerlendirilmiş, uygulanacak yeni bir ekonomik büyüme modelinin nasıl olması gerektiği konusu tartışılmıştır. Kongre, özel girişimin gelişimini teşvik eden bir model öngörmüş, karma ekonomi modelinin temelleri hazırlanmıştır. 

Cumhuriyet, hızlı bir biçimde yurt genelinde yaraları sarmak istemiş, toplumun ihtiyacı olan mal ve hizmetleri üretmenin yollarını aramıştır. 1929’da başlayan Dünya Ekonomik Bunalımı ise devletin ekonomik hayata daha fazla müdahalesi ve özel sektörün gücünün yetmediği yatırımları devletin yapması sonucunu doğurmuştur.

1923-1940 döneminde çağdaş bir toplum olma yolunda; sosyal, hukuki, mali ve iktisadi çok sayıda tedbir alınmış, toplumun yeniden yapılanması için gerekli düzenlemeler/devrimler yapılmıştır. Bu dönemde çok sayıda Kamu İktisadi Teşebbüslerinin (KİT) kurulması ile piyasada eksikliği çekilen maddelerin üretilmesi amaçlanmış, böylece toplumun ihtiyacı olan temel ihtiyaç maddelerinin halka ulaştırılması sağlanmıştır. Bu dönemde, 1929-1930 dünya ekonomik krizine rağmen yıllık ortalama yüzde 7.4 büyüme sağlanabilmiştir. 1923-1940 dönemi, ekonomiye fiziki ve moral ölçülerle büyük bir momentum/hız kazandırmış, kurumlarda, zihniyette ve ekonomik felsefede gerekli altyapıyı hazırlamıştır.

1940-1950 dönemi 2. Dünya Harbi’nin yaşandığı çetin yıllardır. Türkiye bu harbe girmemiş olmakla birlikte, harbin yarattığı stres ve ekonomik etkileri fazlasıyla yaşamış, bunlara karşı Varlık Vergisi ve Milli Korunma Kanunu gibi bazı zorlayıcı tedbirler alarak,  piyasa ekonomisine ciddi müdahaleler de bulunmuştur. Harp yıllarında (1940-1946) Türkiye’nin ortalama büyüme hızı yüzde 4,7 olmuş, 1940-1950 döneminde ise (10 yıl) yıllık ortalama büyüme yüzde 0,9 olmuştur. 1946 yılında harbin bitmesi üzerine, dünya devletleri yeni bir yapılanma arayışına girmiş; Dünya Bankası, İMF, UNESCO, NATO gibi uluslararası kuruluşları kurmuşlardır. Harp sonrası oluşturulan Doğu ve Batı blokları ise yeni bir savunma konseptinin oluşması sonucunu doğurmuştur. 1946 yılı Türkiye’de çok partili siyasi hayata geçiş açısından da önemli bir milat olmuştur.

1950-1960 döneminde, siyasal değişme ile birlikte ekonomi politikalarında ve ekonomik konulara yaklaşım biçiminde bazı değişmeler yaşandı. Bu dönemde, karma ekonominin temel felsefesi değişmese de, özel teşebbüse ve özel sektöre daha fazla ağırlık veren bir ekonomi anlayışı ortaya kondu.  Liberal ekonomiye yönelen bu yaklaşımın, sosyo-ekonomik sonuçları yanında, dış ekonomik ve siyasal ilişkileri de değiştirdiği anlaşılmaktadır. Bu değişim, dönemin başında yeni bir ekonomik dinamizm sağlamış olsa da, gereken dış kaynak tedarik sorunu ve liberal ekonominin gerektirdiği piyasa araçlarına sahip olunmaması dolayısıyla, dönemin sonuna doğru (1958) cari dengeyi/açığı düzeltebilmek için, büyük bir devalüasyon (yüzde 220) yapılmış ve ciddi bir ekonomik kriz oluşmuştur.

1960-1980 döneminin başında, karma ekonomi prensiplerine uyularak, kamu iktisadi teşebbüslerine gerekli önemin verileceği ifade edilmiş, önceki dönemde ağırlık verilen liberalleşme ve özel sektöre ağırlık verme politikalarının dengelenmesi öngörülmüştür. 1963 yılında ise planlı kalkınma dönemi başlatılmış, beş yıllık kalkınma planları ve yıllık programlar yardımıyla, ekonomi politikalarında bilimselleşme, yönetimde koordinasyon ve kaynakların etkin kullanılması gibi düşüncelerle, Devlet Planlama Teşkilat (DPT) kurulmuş ve 1. Kalkınma Planı uygulamaya konulmuştur. Kalkınma Planı ile ekonomiyi yönetme uygulaması, değişik kesimler tarafında eleştirilmiş ve özellikle kimi yönetenler bağlayıcı yönü dolayısıyla planlı kalkınma modeline sıcak bakmamışlardır. Bu dönemde KİT’lerin ıslahı konusu sıkça gündeme gelmiş anacak KİT’lerle ilgili performans geliştirici bir model oluşturulamamıştır. Ancak 1963-1973 döneminde (1. ve 2. Plan dönemleri) ülke ekonomisinin oldukça istikrarlı bir biçimde büyüdüğünü de görüyoruz.

1973 yılından itibaren dünyada yaşanan petrol krizi, batılı ülkelerin üretiminde maliyet artışı ve fiyat artışı yaratmış, bu artışlar da o ülkelerden yatırım malları ve ara malları alarak üretim yapan gelişmekte olan ülkelerin ürettiği mallara yansıyarak enflasyona yol açmıştır. Öte yandan bu ülkelerin döviz gereksinimlerini de artırmıştır. Türkiye açısından bu dönemin önemli bir gelişmesi de, 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı dolayısıyla Türkiye’ye uygulanan ekonomik ambargodur. Bu iki gelişme dolayısıyla 1977 yılından itibaren ciddi bir döviz krizine girilmiş, üretim mekanizmaları adeta felce uğramıştır. Nisan 1979’da yüzde 30, Temmuz 1979’da ise yüzde 88 oranlarında devalüasyon yapılarak, döviz sorununa çözüm bulunmaya çalışılmıştır.  Sonuçta Türkiye bu bunalımdan çıkmak için 24 Ocak 1980 kararlarını almıştır.

24 Ocak 1980 Kararları ve onu izleyen 1983-1984 yıllarındaki uygulamalar, Türk ekonomisi için yeni bir dönemin başlangıcı olarak sayılmak gerekir. Bu uygulamalarla, ihracata dayanan bir büyüme modeli benimsenmiş; serbest kambiyo rejimi, ihracatın teşviki, yatırımların teşviki ile ekonomik büyüme amaçlanmıştır. Bu arada 24 Ocak 1980’de yüzde 30, 1981’de yüzde 48, 1982’de yüzde 44 oranlarında devalüasyon yapılarak cari dengenin desteklenmesi yoluna gidildiğini de belirtmeliyiz. Serbest piyasa ekonomisi olarak tanımlanan bu modelle, toplumun girişimci yanı tahrik edilerek, büyümenin sağlanması öngörülmüştür. Uygulanan model, özel sektörün önünü açan, bürokratik engelleri azaltan, yatırım ve ihracat aşamasında teşvik eden, para politikaları uygulamaları ile piyasayı düzenlemeye çalışan bir model olmuştur. Kabul etmek gerekir ki bu uygulamalar, sanayi, turizm sektörlerinde önemli bir atılıma sebep olmuştur. Ancak tarım sektörünün durumu tartışılabilir.

Böylece Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana uygulanmakta olan “ithal ikamesine dayanan sanayileşme/büyüme” stratejisi, “ihracata dayalı sanayileşme/büyüme” stratejisine dönüştürülmek için gerekli adımlar atılmış oluyordu. Bu politikalar bu güne kadar şu veya bu şekilde uygulandı. Bu arada, 1994 ve 2001 yıllarında da önemli ekonomik krizler yaşandı. 2001 krizinde önemli yapısal reformlar yapılarak birçok devlet kurumunun ve bankacılığın yeniden yapılandırılması sağlanmıştır. Son yıllarda, cari açık/borç yükü sorunu yine yaşanmaktadır.

Kabul etmek gerekir ki 1946 yılından bu yana yaşanan ekonomik kriz ve uygulanan devalüasyonların temel sebebi, ekonomik faaliyetlerin sonucunda bozulan cari dengedir. Devalüasyonlarla TL’nin değerini düşürerek, ithalat baskılanır, ihracat ise cazip hale getirerek artırılır, böylece yeni kaynak yaratma ve yeni borç bulma yolu açılmış olur. Yazının başında söz konusu ettiğimiz kısır döngü de budur.   

1996 yılı başında Avrupa Birliği ile “Gümrük Birliği Anlaşması” imzalandı. Bu anlaşma ile ihracatın süratle artacağı varsayılıyordu. Ancak yıllar itibariyle baktığımızda Türkiye’nin ithalatının, iddia edildiğinin aksine, ihracattan daha hızlı arttığı ve bunun dış ticaret açığını artırdığını görüyoruz. Bu durum, Gümrük Birliği uygulamasının da ekonomimize rakamsal olarak bir avantaj sağlamadığını gösteriyor. Maalesef başlangıçta öngörülen hızlı ihracat artışı ve bu yolla kalkınma beklentisi de karşılanamamıştır.

Görüldüğü gibi; özellikle yaklaşık yüz yıllık Cumhuriyet döneminde de çağdaş bir ülke olma ve muasır medeniyetlerin üstüne çıkma hedeflerine ulaşmak için, yapılan bütün reformlar ve kalkınma hamlelerine rağmen, yeterince mesafe alamadığımızı ve ekonomik büyümenin gerektirdiği kaynak ihtiyacını sağlam biçimde karşılayamadığımızı kabul etmek durumundayız.

İşte tam bu noktada yukarıda temas ettiğimiz; “Bilgi üretmek” ve “ Bilgiyi iyi kullanmak” konusuna yeniden dönüyoruz. Bize göre burada başat rol oynayacak kurum eğitimdir. Eğitimin nicel ve nitel olarak çok daha iyi düzeye çıkarılması gerekir. Eğitimde önemli bir kalite sorunu vardır, ciddi iyileştirme çalışması gerekir. Türk insanının ortalama eğitim süresi artıyor ama eğitim kalitesinin yeterince artmadığı da bir gerçek. Bu konuda bir fikir sahibi olabilmek için, OECD üyesi ülkelerin çocukları üzerinde yapılan testlere baktığımızda, bizim çocuklarımızın fen, matematik ve okuduğunu anlamada OECD ortalamalarının çok altında kaldığı görülmektedir. Keza milli eğitimin, orta öğretim öğrencileri düzeyinde yaptığı testlerde de benzer sonuçlar çıktığı görülmektedir.   Bu sonuçlar, üniversitenin kalitesini etkileyen temel faktör olmaktadır.

Öte yandan Türk üniversitelerinin, dünya üniversiteleri başarı sıralamasında iyi bir yerde olmadığını da görüyoruz. En başarılı 500 üniversite sıralamasında bir Türk üniversitesinin bulunmaması, durumu yeterince özetleyen bir göstergedir.

Türkiye’nin her iline dağılmış 203 üniversitenin, öğretim elemanı ihtiyacının gerekli kalitede karşılanamaması, henüz yeterince örgütlenememiş olmaları, alt yapı eksiği olan üniversitelerin durumu da, kaliteyi etkileyen diğer faktörler olarak sayılabilir.

Bütün bunlara rağmen; üniversitelerimizin toplum, çevre, iş hayatı ve sanayi ile yakın ilişki ve işbirliği içinde olması, bu işbirliğinin yoğunlaştırılması ve kurumsallaştırılması zorunludur. Bu işbirliği, hem üniversitenin yakın çevresine, çevresindeki sanayi kuruluşlarına katkı sağlaması sonucunu doğuracak ve hem de üniversitenin kendini test etmesi, değişik uygulamalara girerek kendini geliştirmesi imkânını verecektir. Bu ise, üniversite için önemli bir kazanımdır çünkü çevresiyle ilgilenmeyen üniversite kendisini yeterince geliştiremez.

Kırk yılı aşkın bir süredir, üniversite-sanayi işbirliği çabalarının içinde olan biri olarak, bu konuda yeterince mesafe alamadığımızı söylemek durumundayım.

Üniversite-Sanayi işbirliğinin süratli şekilde gelişmesine engel olan faktörleri şu şekilde sıralamakta fayda var.

  • Öğretim üyeleri, sanayi kuruluşlarında yaşanan teknik ve yönetsel sorunlardan yeterince haberdar değildir.
  • İş İnsanları, yakınlarındaki üniversitelerin fakülte ve araştırma merkezlerinin imkân ve kabiliyetlerini bilmemektedir.
  • Bu karşılıklı tanıtım işini üstlenecek, koordinasyonu sağlayacak görevli bir kurum veya merci yoktur.
  • Öğretim Üyeleri yoğun ders yükü altında olduğundan, bu tür çalışmalara yeterince zaman ayıramamaktadır.
  • Üniversitelerin “döner sermaye” sistemi, çalışmanın bedelini öğretim üyesi için cazip olmaktan çıkarırken, sanayici için de hizmetin pahalılığına sebep olmaktadır.
  • Teknoparklar yolu ile çalışmalarda önemli bürokratik zorluklar olduğu belirtilmektedir.
  • İş insanlarının üniversitelerden beklentileri çok yüksektir, sürekli birtakım buluş ve yenilikler yaratmasını beklemektedirler. Hazır hizmetler istemektedirler. Böyle bir imkânın olmadığını, yararlı/inovatif ürünlerin, müşterek ve uzun vadeli çalışmalarla ortaya çıkacağını bilmeleri gerekir.
  • İş insanları üniversite öğretim üyesi ve öğrencilerine yeterince zaman ve imkân ayıramamaktadır. Bu bir sosyal sorumluluk sorunudur.
  • Üniversitelerin eğitim-öğretim programları yeterince sanayiye dönük değildir.

Bu sorunlara ilaveten çok sayıda başka sorunlarda sayılabilir. Ancak asıl mesele bu sorunların nasıl çözüleceğidir. Bu konuda kolay reçeteler sunmak mümkün değildir.

Çünkü üniversite-sanayi işbirliğini geliştirmek, bir anlayış ve kültür meselesidir. Konu çok yönlüdür, tarafların samimi iradesini, işbirliği yapma heyecanını, sürdürme azmini ve kararlılığını gerektirir. Bu konunun önemli bir kalkınma sorunu olduğunu bilmek gerekir. İşbirliği için doğru bir “model” geliştirmek de konunun başka bir önemli yanıdır.

Sonuç olarak; Neden üniversite-sanayi işbirliği çok önemlidir? sorusunun cevabını öğrenmek istiyorsak,  bugün üniversitelerimizin dünya üniversiteleri içindeki yerini yeterince doğru değerlendirmemiz ve ekonomimizin yıllardan beri yaşadığı,  “kısır döngüsü” nün,  “bilgi üreten ve bilgiyi iyi kullanan nesiller yetiştirememek” ten kaynaklandığını bilmemiz gerekir.

Yararlanılan Kaynaklar

Ahmet Kılıçbay, Prof. Dr.      “Türk Ekonomisi”

Ayhan Bıçak, Prof. Dr.           “Türkiye’de Üniversite”

Cihan Dura, Prof. Dr.             “Üniversite-Sanayi İşbirliği Üzerine Bir Deneme”

Erhan Coşkun, Prof. Dr.        “Endüstriyel Matematik ve Örneklerle Üniversite-Sanayi İşbirliği”

Fırat Tanış                               “Üniversite-Sanayi İşbirliği”

Hasan Çiçek, Prof. Dr.           “Üniversite: Hakikat Arayışının Mekânı”

Hüseyin Şimşek, Doç. Dr.      “Osmanlıdan Cumhuriyete Türk Üniversitelerinin Gelişimi”

Mahfi Eğilmez, Dr.                 “Değişim Sürecinde Türkiye”

Sefer Turan                              “Bilim Tarihçisi Fuat Sezgin’le Söyleşi”

Seyfi Kenan, Prof. Dr.            “Üniversitenin Kısa Hikâyesi”

Ünal Kurt, Metin Yavuz          “Üniversite-Sanayi İşbirliği: Dünü, Bugünü, Geleceği”

Yaşar Erdinç,                            “36/42 Para Harekâtı, Krizlerin Belgesel Romanı”

Hazine ve Maliye Bakanlığı verileri

TUİK verileri

YÖK verileri

Yazarın Diğer Yazıları